Yazı

RAMAZAN YAZILARIM-2008

Ramazan ayının ondokuzunda...

İçinde bulunduğumuz mübarek ayın yarısını geçtik.
Bayrama adım adım yaklaşırken gündemde farklı konular olsa bile bendeniz eskilere döneceğim. 
Ramazanın kendine has bereketinden olsa gerek oruç, sadece gün boyu yenmek istenenleri getirmiyor akla...Küçücük bir anı, kocaman bir geçmişi seriveriyor gözler önüne...
Bazen gözlerimiz nemleniyor, bazense dudağımızın kenarında hafif bir gülümseyiş...

Hepimizin çocukluğuna ilişkin hatıraları pek çoktur. 
Ramazan anıları da onların içindeki yerini bulur hep. İşte bu yazımda hem kendi çocukluğumla ilgili anıları tazelemek hem de okuyanları kendi çocukluk yıllarına döndürmek istedi gönlüm...


***

Beş mi, altı mı yoksa daha mı küçük yaştaydım tüm tam anımsamıyorum...

Gece yattığım yere kadar gelen enfes yemek kokularına, sessiz olmaya çabalasalar da duyduğum tıkırtılara, çatal, kaşık seslerine dayanamayıp kalkar ve kapıya dayanıp “N’olur bende geleyim” diye ağlardım...

Rahmetli Dedem gözümdeki yaşlara ve boyun büküşüme asla dayanamazdı...
Kollarını bana doğru uzatınca dünyalar benim olurdu.
Yer sofrasında dedemin bağdaş kurmuş bacaklarının arasındaki yerimi alır ve başlardım iştahla yemeye. Sonra yalvarırdım oruca niyetlenmek için....

Babaannem alırdı karşısına “Söylediklerimi tekrarla bakalım” derdi.

- Niyet ettim, niyet eyledim,
- Allah rızası için,
- Bugünkü, yarınki orucumu Rabbimin izni ile tutmaya...
- Kazasız, belasız, günahsız, erişebildiğim yere kadar tutmak nasip kısmet eyle Ya Rabbim...
Bu, anlatılamaz güzellikte bir törendi benim için.

İlk zamanlar öğlene dek tutturulan oruçlar para ile satın alınırdı bizden. 
Küçüktük anlamazdık, satardık tüm masumiyetimizle oruçlarımızı büyüklerimize...
Bilmezdik niye sattığımızı ama öyle güzel ikna edilirdik ki, ertesi gün yine oruç tutmaya can atardık.
Sonra tüm gün gün oruçlu olmaya özendik ama para ile satmamak şartı ile...
Bayramlarda alıyorduk ödüllerimizi...
Babaannem her bayram birbirinden güzel kenarı dantelli, işlemeli mendiller hazırlardı...
Dedemse küçücük kadife kese içinde bayram bahşişleri...
Büyüklerimizin ellerini sıra ile öperken oruç tutmamızdan dolayı söylenen övgü dolu sözler bugün bile kulağımdadır. Bir sene sonraki Ramazanı beklemeye başlardık daha o günden.

İstanbul’un Ramazan vakitleri de bambaşkaydı.
İftar vakti sokaklara inen, o sessiz, derin ve giderek koyulaşan eflatunluğu, minareyi gözlemenin ve müezzini duymanın sevincini , evlerdeki son dakika heyecanlarını, iftar sofrasına ezan okunmadan yetişme telaşlarını, mis kokulu sofraları, semaverdeki çayın tadını, Ramazan bitimindeki o garip hüznü velhasıl geçmişte kalan tüm güzellikleri aramamak mümkün mü? 
O yemeklerin lezzetini de yaşanmışlıkların büyüsünü de bulamam şimdiki iftar ve sahur sofralarında...

Çocukluğuma dair bir başka anım da ikindi ezanını akşam ezanı sanıp, toprak küpten aldığım buz gibi bir bardak su ile orucumu açmış ve koşarak dedeme gitmiştim.
- Dedeciğim ezan okundu , haydi sen de boz orucunu...
Dedem daha akşam ezanı okunmadığını söyleyince akıttığım yaşları, duyduğum anlatılmaz üzüntüyü anımsarım gözlerim nemlenerek.
Güzel dedem tatlı üslubuyla orucumun kazaya uğradığını ancak bozulmadığını anlatıp beni yatıştırana kadar epey uğraşmıştı. O günden sonra bir daha asla kazaya uğratmadım oruçlarımı...

Belki eski Ramazanların tadı, büyüsü çocukluğumuzu anımsamamızdan dolayı daha bir farklı geliyor diye düşünsem de yine de değişen dünyayı, şartları suçluyorum daha çok.
Biz her ne kadar eskiyi yaşatmaya çabalasak da aynı hazzı çocuklarımız da duysunlar diye uğraşsak da bizim dışımızdaki binlerce etken önümüzü kesiyor gün be gün... 

Zaman değiştikçe ve insanlar değişen zamana ayak uydurmayı marifet sanarak içsel güzellikleri besleyen ana damarları birer birer kestikçe, kuruduklarını fark edemiyorlar ne yazık ki.

Oysa, şimdiki neslin “mazide kalmış şeyler” dediği, bazılarınınsa “gericilik” diye yaftaladığı, maddesel bakımdan asla ölçülemeyen değerlerin Ramazana özgü atmosferde en üst noktasına çıktığı o zaman dilimlerinde bilemedikleri, göremedikleri nice güzellikler saklı...

O zamanlar ana unsur yetinmeyi bilmekten geçerdi.
Ben değil biz demekti aslolan...
Küçük detaylardan büyük mutluluklar elde etmeyi becerenlerdendik.
Şükretmeyi bilen bir neslin devamıydık.
Biz,
- Yoklukta “Varlığı” bulmuştuk...
Ve bunu hiç kaybetmedik...


Çiğdem Altınöz

 

 

Ramazan’a kavuşmak,

Altı ay önce "Biz seni alemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik" ayeti ile Peygamberimizin doğuşunu müjdeleyen Mevlut Kandili ile gönüllerimizi huzur iklimine doğru çevirdik.

“Miracın, göklere olduğu kadar, insanın kendi semasına, yani kalbine ve iç dünyasına doğru da yapması gereken bir yolculuk olduğunu” öğrenerek,

“İstiğfar eden yok mu, affeder , bağışlarım
Bu gece hatırına mukadderat yazarım
Rızık isteyen yok mu, hemen rızık vereyim.
Gelen musibetleri bu gece def edeyim” diyerek bizi tövbeye çağıran Rabbımızın Beratlarımızın yazıldığı, göklerin kapısını açtığını bildirdiği o muhteşem geceyi idrak ederek bu güne, yani mübarek Ramazan ayına ulaşabildik.

Belki bu mübarek ayı tamamlamak nasip olacak bizlere, belki olmayacak.

Rabbimden dileğim, tüm inananların bu muhteşem temizlenme ayında, hem bedenlerini hem ruhlarını temizlemeye fırsat olan “oruç” ile ve Ramazan’ın kendine özgü o büyülü havasını teneffüs ederek bayrama ulaşmalarıdır.

Geçen yıl sizlere köşemden Ey Şehr-i Ramazan şiirim ile seslenmiştim. O zaman okuru az olmuştu. Bu yıl yeniden aynı şiiri sayfama alıyor ve tüm okurlarımızın Ramazan-ı Şerifini kutlarken, hayırlara vesile olmasını diliyorum.

Sevgiyle, Saygıyla


Ey Şehr-i Ramazan

Ömürden bir bir kayar, o zalim asi yıllar
Sükût hakim olurken, saçların da beyazlar
Secdesiz başlar mahzun, tövbesizdir dudaklar
Rabbim kulunu affet, sebebindir Ramazan

Nefse kelepçen oruç, sanma tutulur boşa
Bilinir mi az sonra neler gelecek başa
Eğ secdeye başını sonra vurursun taşa
Bu ay bolca af dile, dileğinde Ramazan

Ömür gülü gitgide sararıyor soluyor
İnsan gaflet içinde, günü dünden soruyor
Gidişin yok dönüşü, iyilik kâr oluyor
Yarına yatırım yap, fırsatındır Ramazan

Bazısına anlatsam anlayışı yok gibi
Sussam içim hoş değil, dilim durmaz ok gibi
Aşkın bu çeşidine tutulmayan yok gibi
Hem yanıp hem yakmanın fitilidir Ramazan

Susuz aşıklar gibi, koş rahmet pınarına
Aç ellerin semaya, bak nurların nuruna
Gözler fersiz, yüz soluk, var onun şuuruna
Aç kalmak ayı değil, anlamaktır Ramazan

Sabaha karşı kalkıp o sofranın başında
Kimbilir ne heyecan, başladığın zamanda
Daha küçücük idin belki altı yaşında
Düşününce maziyi ne hoş gelir Ramazan

Sofralar hazırlanır özenle, binbir emek
Her şey yerli yerinde, misler kokar her yemek
Ramazan demek sanki, biraz da pide demek
Bereketiyle gelir, mis kokulu Ramazan

Dua ile başlayıp oruca niyetlendik
Camiler dolar taşar, teraviye kitlendik
Allahım nurun ile ne güzel sebeplendik
Yakınlaşma ayıdır, bereketli Ramazan

Ezanlar okunurken minareden şevk ile
Mahyalar yanıp durur binbir özen zevk ile
Sokaklar boşalırken yetişme telaşiyle
O ne tatlı telaştır, büyülüsün Ramazan

Bir garip melûl duruş var sanki yüzümüzde
İçimizde ezik ama, huzur var özümüzde
Bir yandan gün sayarız, bayramsa gözümüzde
Gelecek Bayramların coşkususun Ramazan

İmsakiye mutfağın duvarına asılır
Ezana biraz kala saatlere bakılır
Kâh camlardan sarkılır, kâh camiye bakılır
Kulağın pasını da sen silersin Ramazan

Kucakta sıcak pide evine koştururken
Bir çadır kapısında sırada bekleşirken
Mis kokulu çorbanın dumanı tüter iken
Büyülü akşamların şahısın sen Ramazan

Açsın doymam sanırsın, yemektedir hep gözün
Daha ilk lokmadayken biter aç gözlülüğün
Bunun sırrı ne ola, nedendir düşündüğün?
Anla ki o sırların sebebidir Ramazan

Amaç aç kalmak ise aç kalır eşekler de
Bir tutam ota razı, versen de vermesen de
Sırra ermeyip elbet tüm günler aç gezsende
Düşündürür insanı, ilim ayı Ramazan

Düşünelim o halde nedir bunun hikmeti
Fecr-i sadıktan başlar oruçlunun niyeti
Farz kılındı bizlere boldur Rabbın rahmeti
Hem ruhun hem bedenin şifasıdır Ramazan

****Özlenensin, beklenensin ey mübarek Ramazan
.......................On bir ayın sultanısın, şereflisin Ramazan ****


Çiğdem Altınöz

Gönderen Cigdem Altinoz zaman: 04:09 Hiç yorum yok:   

 

Geçmişe yolculuk…

Üç aylara girdik hamdolsun ve mübarek Regaip Kandilini idrak ettik. 

Hava oldukça sıcaktı ama oğlumla birlikte oruçlu olmak istedik kandil gününde. Gece uyumadık sahur vaktine dek. Yemeğimizi yedik, niyetlendik.

Ertesi gün, bir gün öncesinden de sıcaktı, oğlum uyudu.
Benimse başıma takılan korkunç ağrı ile uyumam pek mümkün değildi.
Ağrı o denli şiddetliydi ki yürümek bile imkansızdı. Sanki minicik bir hareketten beynim zangır zangır sallanıyor ve acı misliyle artıyordu.

Önce, zar zor da olsa iftar için yemeği ateşe koydum, sonra da balkonu yıkayıp iyice serinlettim. Ağaçların yeşili, suyun verdiği serinlik ve bahçemde cıvıldaşan kuşlar öylesine huzur veriyordu ki, ağrı delicesine değildi şimdi, hızını azaltmıştı.
Oturduğum yerde düşüncelere daldım.

Çocukluk günlerim geldi aklıma…İlkokula gittiğim zamanlar…
İstanbul’da, Kartal semtine taşınmıştık. İlkokula orada başlamıştım…

İlk öğretmenimin ismini sadece bir yıl okutmasına rağmen hiç unutmadım.
İsmet Eryolalan isimli bir hanımdı.
Öylesine sevmiştim ki O’nu çok kısa sürede okumayı öğrenivermiştim. Yanaklarımı sıkar “benim akıllı kızım” diye severdi her seferinde…O yaz babamın görevi nedeniyle çok sevdiğim öğretmenime veda bile edemeden Ağrı’nın Doğubayazıt ilçesine gitmiş, iki sene kalmıştık…Yine tayin çıkınca da Afyon’a gelmiş, daha sonra yine Kartal’a, evimize dönmüştük. Beşinci sınıftaydım artık ama öğretmenim emekli olmuş ve uzaklara gitmişti.

O yaz komşumuzun kızıyla birlikte Kur’an kursuna gönderdiler bizi.
Mahallenin çocuklarının gittiği bir yer varmış ve kısa sürede öğretiyormuş Kur’an okumayı…
Bizimkiler “aman biz öğrenmedik zamanında, bari çocuklarımız öğrensin” diyorlardı. Dedemse “Peygamber Efendimizin bir sözü var ki, size büyük bir müjdedir bu” demiş ve şu hadis-i şerifi söylemişti.
“Çocuklarına Kur’an öğreten anne-babaya cennette taç giydirilir.”
Eh bunu duyan annemle babam bir an bile dururlar mı?

***
Ablamı da beni de bir heyecan sarmıştı ki sormayın.

Her sabah başımızda bembeyaz örtümüz, sımsıkı sarıldığımız Elif-ba ile oldukça uzun bir yürüyüşten sonra hoca efendinin mütevazı evine gitmeye başladık. 

Çok eski, toprak sıvalı bir evi vardı hocanın…bir de güleç yüzlü hanımı…
Evlerinin hemen yanına yine, toprak sıvalı , minicik pencereli bir oda vardı…Biz bu odada ders yapardık. Bu odanın kendi evinden farklı yanı, yerin de damın da hasırla kaplı olmasıydı. Hasırın arasından güneş ışıkları içeri ince ince sızar, rüzgar olduğunda da ara ara toz yağardı hasırların aralarından.

Evlerinin arka kısmındaki ahırdan ara sıra inek böğürtüleri duyardık. Hocamızın hanımı kocaman bakraçlara doldurduğu sütleri evin önünde kaynatır ille de içirirdi bize. Bazen bu sıcak sütün yanında oracıkta pişiriverdiği gözlemeleri, çörekleri de ikram ederdi.

Hoca efendi geniş minderine oturur, bizi karşısına dizerdi.
Hepimiz Elifbamızı açar, hocamızın bize tekrar ettirdiği şekilde bağırmaya başlardık.
- Elif üstün eeeeeeeeeeeeee
- Elif esere iiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii
- Eeee..iiiiiii
Bu okuma biraz müzikli gibiydi. Hoşumuza giderdi…

Hatalı okuyanın kafasına hocanın elindeki incecik dal şıp diye iniverirdi. O dalı kafamıza yememek için son derece dikkat ederdik.

Sıcacık sütler, mis kokan hamur işleri, güleç yüzler bizi öylesine çekiyordu ki ertesi gün olsa da gitsek diye bekleşir olmuştuk.
İlk günlerdeki heyecanımız, korkumuz da kalmamıştı…

Arapça harfleri sular seller gibi ezberlemiş, birbirine vurdurmaya başlamıştık… Seviniyorduk ama gelin görün ki mahallenin çocukları bizi giderek artan şekilde rahatsız ediyor, sevincimize gölge düşürüyorlardı…
Yol uzundu, tepeler aşıyorduk.
Çocuklar bizim geçeceğimiz yolu gören tepeye çıkıp bizi bekliyor ve tam biz geçerken önceden hazırladıkları taşları kafamıza atıyorlardı.
Bu, bazen çamur topları da oluyor, bembeyaz örtülerimiz, üstümüz başımız çamur içinde kalıyordu. Biz öğrenmek için yılmadan gitmeye devam ediyorduk ama saldırılar, taşlar, çamurlar, laf atmalar da giderek dozunu artırıyordu.
Ne yolu değiştirmek gibi bir şansımız ne de oraya giden bir araç bulma lüksümüz yoktu. 
Durumu anlattığımız için bu kez annelerimiz götürmeye çalıştılar bizi ama aynı saldırılar annelerimize rağmen devam etti…Babalarımız işte olduğu için onların korumasından yoksunduk.
Çocukların bir kısmını tanıyorduk, ailelerine şikayet ettik. Tanımadıklarımız için yapacak bir şey yoktu. Ne yaptık ne ettikse olmadı, olamadı.
Arkadaşımın ve benim atılan taşlardan kafamız yarılıp da eve kanlar içinde dönünce kursu yarım bırakmak zorunda kaldık. 
Elifba bitmek üzereydi, Kur’an’a geçmemize çok az kalmıştı. Evde devam etmeye çabalasak da beceremedik.
Böylece anne ve babamıza cennetteki tacı da garantileyememiş olduk vesselam.

***
O yıllara kaydığımda hem aklıma, hem de gözümün önüne geliveren bu acı hatıra beni yeniden düşüncelere sevk etti.

Biz o çocuklara ne yapmıştık? 
Hiçbir şey…
Bizim Kur’an öğrenmemizi engellemekle ellerine ne geçecekti? 
Hiçbir şey…
Ama çocuk aklıyla bizi engellemeye çabalamış ve başarılı olmuşlardı.

Acaba o çocuklar büyüyünce hangi mesleklere yönelmişlerdi?

Kur’an kursuna giden on bir, on iki yaşlarındaki o kızlara yaptıklarını acaba unutmuşlar mıydı?

Yoksa büyüdüklerinde çocukken yaptıkları taşlama eyleminin şeklini değiştirerek farklı yönden saldırılarına devam mı etmişlerdi?
Bunu bilmem imkansız…

Ancak, çocuk yaşımda heyecan duyarak, sevinerek gittiğim o kamış damlı mütevazı evi, bembeyaz sakallı hocayı, güleç yüzlü hamarat eşini, halâ sakladığım rengi sararmış solmuş Elifba’mı göğsüme sımsıkı bastırmamı, bizi acımasızca engellemelerini ve başıma yediğim taşları hiç ama hiç unutmadım.

***

Girdiğimiz üç ayların tüm İslam alemi için hayırlara vesile olmasını diliyorum.
Baki selamlar…
Temmuz-2008