Yazı

GAVURCU DÜĞÜNÜ – 6-

Yazmaya başlamadan önce inanın altı bölümlük bir dizi yazı yazacağımı düşünmemiştim.

Bahçemde oturup uzaktan gelen seslere ve havai fişeklerin renkli görüntülerine bakarken daldığım düşünceleri yazmaya başlamak, bakın beni nerelere getirdi.

Bu arada yörenin neresi olduğuna dair pek çok soru aldım.

Bilmiyorum bunun önemi var mı?

Ülkemin pek çok yöresinde bu ve buna benzer nice hikayeler var.

Yaşadığım yeri Afyonkarahisar diye yazdığım için genelde bu öykülerin Afyon’a ait olduğu düşünülebilir.

Hayır, Afyon öyküleri değil bu öyküler. Ancak Afyonkarahisar’ın Emirdağ yöresi de yurtdışına çok göç vermiş bir ilçe. Kim bilir orada da ne hikayeler vardır yazılamayan.

Bana aktaran olursa yazmak isterim.

Son hikayem kısacık.

Aklın unutulduğu, hırsın at gibi koşturduğu ya da imkansızlıkların insanı kör ettiği bir örnek sonuncusu.

Yıllar önce gidilen ülkede, burada kalanlarca bilinmeyen, görülmeyen, anlaşılamayan bin türlü sıkıntının ve sürekli köydeki ana babasına para yetiştirme çabası ya da malk mülk edinme hırsı ile erken yıpranan bedenler, ani ölümü tattırır yakınlarına. Pırıl pırıl tabutlarla ardı ardınca gelir cenazeler.

Kimi trafik kazası, kimi iş kazası, kimi kanser, kimi bilmem ne.

Ölen ölür ama kalan sağlar bizimdir.

Kadın gömer kocasını, köydeki ev dolup taşar günlerce.

Kırkı çıkasıya kadar başsağlığı dileme faslı bitmez.

Sonra evi barkı, çulu çaputu, çocuğu, torunu bahane edip döner kadıncağız yurtdışındaki evine.

Bu kez yaşı geçkince olan bu kadını bir şekilde ikna edip işsiz, güçsüz ve çaresiz olan herhangi bir genci gönderme hayalleri kurulmaya başlar köyde. Hele de kadının kendisinin veya ölen kocasının akrabaları içinde çok fakir durumda olanlar varsa…(yaşı geçkince olmaktan kastım kırklı- ellili yaşlar değildir. Köyde evlenme yaşı on altı olunca otuz beş yaşında bir kadının torunu bile olmaktadır)

 

Bir yıl geçince başlarlar kadına yalvarmaya. “Kurtar çocuğumuzu” muhabbetleri, araya hatırlı kişiler sokulması hatta kadına çocuğu aldır, çalışsın sana şu kadar para ödesin teklifleri gırla gider.

Eğer para cazip ise bir şekilde onay verilir ve gencecik bir delikanlı anası yaşında bir kadın ile evlendirilir. Köydeki aileye göre “kurtulunmuştur”. Artık oğulları gavura gidecek ve belli bir süre sonra da her ay ana babasına para yollayacaktır.

Düğün mü? O kolay.

Tutulur bir çalgıcı ekibi. Bahçeye dizilir sandalyeler. Bol salçalı bir et yahni, yanına pilav. Tatlısını hep birlikte yaparlar, bahçede kavun karpuz da bol…eh nasılsa parayı oğlan çalışıp ödeyecek ya, biraz borç bulunup yaşlı geline birkaç takı da taktın mı değmeyin keyiflere…

Davetiye bastıracak para olmasa ne gam. Çocukların okul defterlerinden artan çizgili kağıtlara yazdırırsın kimin düğünü olduğunu ve tarihini , dağıttırıverirsin.Fakirdir ayıp olmaz.

Tek eksiği havai fişek oluversin canım, o da olmasa da olur. Nasılsa o, gavurcu adeti.

Sonunda askere bile gitmeden damat oluveren bıyığı yeni terlemiş delikanlı, kendinden yaşça çok büyük bir hanımın kocası oluverir. Hayatı öğrenmeye erken başlar anlayacağınız.

Otuz beş kırk yaşlarındaki kadın gerdeğe girer yeni “kocasıyla”…

Ertesi günlerde de alır götürür oğluyla yaşıt delikanlıyı gavura.

Oğlan belli bir süre çalışır.

Yani hem karısına borç ödemek için çalışır, hem ana babasına para göndermek için .

Borçlar ödendikten sonra karısının imzası ile kredi çekerek altına son model bir araba alır. Bir de gavur kızı ayarlamışsa keyfine diyecek yoktur. Gündüz yaşına uygun kızlarla , geceleri anası yaşında karısı ile yaşadığı hızlı hayat sonunda bir bakarsınız ya gözleri siyah halkalı, avurtları çökük, zayıf bir görüntü ile gezer, ya da psikolojik bunalımlar geçirerek esrarkeş oluverir.

Bir ay çalışıp on bir ay işsizlik parası yiyerek yaşanan bu amaçsız hayat bir bakmışsınız ki ya bıçaklanarak bir kanala atılma, ya esrar krizi, ya da trafik kazası ile sona eriverir beklenmedik bir zamanda.

İkinci kocasını da gömen hanıma ne olur derseniz varın orasını da sizler hayal edin.

Hay açgözlülüğünüz, doymaz hırsınız, terbiye edemediğiniz nefsiniz batsın emi…

***

İşte bu hikayelere benzer pek çok hikaye vardır Anadolu’mda…

Ülkemin hemen her ilinden pek çok kişi gitmiştir yaban ellere.

Ve her gidenin kendine has bir hikayesi, yazsalar roman olacak yaşamı vardır.

Anneannem tasvip etmediği bir durumu anlatırken, elini alnında gezdirerek “İnsanın ar damarı çatlamaya görsün bir kez” derdi de , ben küçükken bunun ne demek olduğunu anlamazdım o zamanlar.

İnsan yurtdışına gitmek uğruna, kanunlar ve Allah indinde evlendiği karısını,çocuklarının anasını, başka bir adamla kendi eliyle evlendirir mi?

İnsan on beş, on altı yaşındaki çocuğunu borçlandırarak satar mı?

İnsan anasını yarı yaşından küçük biriyle evlensin diye ikna eder mi?

İnsan genç, güzel karısını boşayıp, yüzüne bakılmayacak kadar çirkin, yaşlı ve hayatından yüzlerce erkek geçmiş bir hayat kadınına salt yurtdışında yaşabilmek adına nikah kıyar mı?

Galiba bizim ülkemizdeki “insan olabilmek” kavramı, Avrupa ile değişti de ben bu yeni kavrama alışamıyorum.

Beynimi zorlasam da olmuyor, olmuyor…

***

Yurtdışına ilk gidişler altmışlı yıllarda Almanya ile başlamıştı…İlk on yılda yazları izine gelenlerin anlattıkları, kazandıkları insanları öylesine etkiliyordu ki hemen herkes gitme düşleri kurar olmuştu.

Hatta rahmetli babacığım da bu furyadan etkilenmişti. “Bizde gidelim hayatımız kurtulsun” mantığı ile davranmış, bizi göndermek için İş ve İşçi bulma kurumuna başvurdurmuştu

Kendi memur olduğundan memurluğunu yakmak istememiş annem, ablam ve benim önceden gitmemizi, daha sonra kardeşim ve kendisini aldırmamızı hayal etmişti.

Annemin kan değerleri yüksek çıktığından benim de yaşım tutmadığından Almanya’ya gide gide sadece ablam gidebildi.

Ablamın gitmesi babamın hayallerinin gerçekleşmesine bir nebze olsun katkı yaptı mı bilmiyorum ama nedense daha sonra ne benim ne de annemin gitmesini istemedi.

Daha sonra ailecek Avustralya’ya gitme hayalleri kurdu ama o da olmayınca ve ablam yazın izne geldiğinde Almanya’da çalışmanın da yaşamanın da pek matah bir şey olmadığını anlattıkça babam sonunda vazgeçti yurtdışı düşünden. İyi de etti.

Zira ben ülkemden ayrılmayı hiç ama hiç istemiyordum.

Yıllar içinde yurtdışına gezi veya iş icabı her gidişim sonrası uçak Yeşilköy’e doğru alçaldığında her ne kadar gecekonduların, sanayiinin çirkin görüntüsü ile yurtdışındaki görüntüleri karşılaştırıp üzülsem de yurduma geldiğim için hep aynı mutluluğu duydum.

Bugün de aynı hislerdeyim. Vatanım gibisi yok.

Yağmur toprağa düştüğünde çıkan o enfes kokuyu duyamadım gittiğim yerlerde.

Çiçekler sanki daha bir farklı kokar benim ülkemde.

Cılız, kemikleri fırlamış sokak köpekleri gezmez o ülkelerde. Hepsi cici bici giydirilmiş,veya en kaliteli tasma ve zincirlerle donanmış, süslü , cins cins köpekleri gezdirir hanımlar, beyler parklarda. Ama yağmur yağdığında kedi köpek sidiği kokar da hiç ülkemdeki gibi toprak kokmaz oralar…

İnsanları makineleşmiş gibi gelir bana.

Yolunuz bir köyünden geçse, güleç yüzlü köy kadınları, size parasız gözleme ve sıcacık demli bir çay ikram etmez.

“Tanrı misafiri” olamazsınız oralarda.

Sanki insanlar gibi, hayvanların, eşyaların, çiçeklerin bile hem dili, hem dini, hem yaklaşımı farklıdır oralarda.

Uzaktan yanık yanık kaval sesini , koyunların çıngıraklarının o ahenkli musikisini, düğünlerde inleyen davulu, zurnayı duyamazsınız.

Gavurcu düğünleri dediğim düğünler oralarda da olur ama, bizdeki canlılık, renklilik, zengin görsellik yoktur.

Belki yabancı diyarlarda yaşayan yurttaşların bir kısmı davetli olarak gelir bu düğünlere ama köy yerindeki gibi olur mu hiç?

İşte bu samimiyet, canlılık, renk, gürültü ve düğünlere mahsus ne varsa oralarda yeterince olmadığı için yurtdışında çalışan, yaşayan yurttaşlarımız izne geldiklerinde hep burada yapmak isterler düğünlerini. Sünnetler de öyle…

Elbette sizlerle paylaştığım “Gavurcu düğünleri” içinde normal, hepimizin onaylayacağı düğünler de var.

Ama şunu ifade etmeliyim ki “normal” düğünlerde de nedense bir debdebe, ifrata kaçma gözlemledim.

Sade, abartısız, hani “kitabına uygun” denilenine rastlayamadım köylerde…

Yine de…

Günahıyla, sevabıyla,

- güzeliyle, çirkiniyle,

- doğrusuyla, eğrisiyle,

- geleneği, göreneği,

- adeti, özentisi

- rengi, kokusu, mutfağı

- ili, ilçesi, köyü

velhasıl-ı kelam,

- sefası ve cefasıyla bir başkadır benim memleketim.

 

 

Çiğdem Altınöz - 13/08/2007

 

Not: Bu yazı dizisinde kullanılan resimlerin, hikayelerdeki kahramanlarımız ile yakından uzaktan hiçbir ilgisi, alakası yoktur. Resimler internet üzerinde yayınlanan sitelerden rastgele seçilmiştir.

Anlattığım hikayeler yaşanmış, gerçek hikayeler olmasına karşın anlatımlarda geçen isimler uydurmadır.

 

 

7 Ağustos 2007