Yazı

ÇIKIP GİTTİM ...Çünkü

Çünkü o an, tam da bunun zamanıydı ve bunu yapmazsam kendime olan saygımı tamamen yitirmiş olacaktım.

Yılların yıllara ördüğü örgüde saçlarım beyazlaşırken yüreğim de değişimlere uğruyordu. Belki başkalarına söylesem çok anlamlı olmayabilirdi, hatta kimilerine gülünç bile gelebilirdi ama , öyleydi.

Çünkü, içimdeki çocuk ölüyordu.

Her geçen gün içimdeki çocuğun giderek azalan sesi , gücü eksiliyordu ve buna sebep ben değildim. 

Kendimi suçladım çoğu zaman, "sen izin veriyorsun bunlara" dedim. 
Haydi kalk, doğrul , zorla eğrilttirildiğin yerden diye seslendim kendime.

Aldığım cevaplar hep zayıf ve zavallı kalıyordu, kalkamıyordum dizlerimin üzerine.

Çünkü anneydim.
 

Sabret diyordum kendime, sabret. Elbette büyüyecekler ve anlayacakları zaman dilimine erişeceksin. İşte o zaman vakit gelmiş demektir.

Böyle avunmalarla geçiyordu seneler, sebepler bazen artıyor, bazen beni aptala çeviriyordu.

Çünkü gücüm azalıyordu.

Bazen telefonun ucundan bir arkadaşım dile getiriyordu içimdeki çelişkiyi. 

Sen diyordu, onca akıllı ve güçlü bir kadınken nasıl böyle bir hata yaptın? 

Bazen kendi akrabalarımdan duyuyordum benzer tanımlamaları.

Çünkü kendi yalanıma kendim inanmıştım. 

Değişir sanmıştım,  kendimi değiştiremezken.

Seviyorum sanmıştım.
Çünkü sevdiğime değecek biri olduğuna inandırmıştım kendimi.

Hiçbir ilişki, (ama gerçek anlamdaki uzun süreli ilişkilerden bahsediyorum) aşksız, sevgisiz,  hissedilmemiş duygularla başlayıp yürümez.

Çünkü sevdiğini söylüyor, şiirler yazıyordu ben gibi.
Hissetmeden yazılmaz ki diye mazeretler buluyordum

Rutine dönmeyecek bir ilişkiydi bizimki. 

Öyle sanıyordum. 

Bazen çekip giderdi uzaklara, dönüşü ilk başladığımız gün tadında olurdu. 
Cebinde anlatacak bin hikayesi olurdu hep.

Çünkü bana göre çok ilginçti o zamanlar.

Eş dost, kötü yanlarını anlatırlardı ama inanmazdım.

Çünkü kördüm, seviliyorum sanıyor, aptalca seviyordum.

Sevgide mantık olur mu demiştim bir seferinde. 
İçimdeki çocuk “olur” dedi usulca.

-  Sevginin de kendi örgüsü içinde mantığı vardır. 
 

“Ama o beni çok seviyor, bensiz yapamazmış” demiştim.
Çünkü seni kandırıyor ve sen bunu bilerek kabul ediyorsun dedi bana.

 

Şiirler yazdım sonra, ben gibi olmayan ve olan. 

Bana ve hayata ait ne varsa dokudum kelimelerle.

Çünkü anneliğimden sonra, sadece yazdıklarım mutlu eder olmuştu beni.

 

Yazdıkça yazasım geliyordu. 

Gece yarıları uykumu bölüyordu şiir dizeleri. Ya da bir roman kahramanı yanağımı okşarcasına gülümsüyor, beni yaz diye usulca kulağıma fısıldıyordu öyküsünü.

Çocuklarıma,  “Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç” şarkısını söylediğimde onlar huzur bulup uyurlarken, masallar  da yazıyordum bıkıp usanmadan.

Çünkü biliyordum ki artık O’nu değil, ondan olan ama kalpleri onun gibi olmayanları daha çok seviyor, onlar için mücadele etmem gerektiğini düşünüyordum.

O ise kendinde var olduğuna emin olduğu, kendisinin hep en iyi yaptığını söylediği /ama asla tam yapamadığı/ ne varsa bende olduğunu görüyor, benim başarmamdan asla hoşlanmıyordu.
"Sen kendini şair mi sanıyorsun, yazar mı zannediyorsun" diye aşağılıyordu.


Maddi neyim varsa hepsini tüketmişti yıllar içinde, şimdi manevi sömürüye maruz kalıyordum.
Çünkü kendini en mükemmel olarak görüyordu.
Sakınan göze çöp batarmış ya kanser oldu.
Uzun ve sıkıntılı bir süreci göğüsledik birlikte.
Kanserden kurtulmuştu. Yeniden doğdum diyordu. 
 

İçimde  belki eskisi gibi olmaz ümidi yeşeriyordu.
Zaten kırk kiloya düşen birini bırakıp nereye gidebilir ki insan?
Çünkü vicdanım bakmam gerektiğini fısıldıyordu.

Sonra peşpeşe gelen bir dolu hastalıklar zinciri nefes aldırmadı ne bana ne ona.
Safra kesesi, böbrek taşı, kalp problemleri, anjiyo ve benzer bir dolu sıkıntılar yaşadık.
Tam oh bitti hastalıklar diye az  bir nefeslenmişken, bir yurt dışı seyehati sonrası felç olmuştu ve felçten kurtulabilmesi için yine bana ihtiyacı vardı.

Üstelik bu kez tam da bırakıp gidilecek tavırlar sergiliyordu. Ağzından yirmi dört saat aralıksız çıkardığı tükürükleri silerken, oturduğum yerde biraz içim geçse inanılmaz hakaretler edebiliyordu. 

Yine beklemem gerekiyordu, sabretmem gerekiyordu. 
 

Çünkü bana böyle öğretilmişti. 

Düşene dost olmam gerekirdi. 

Hastaydı, ölümün kıyısındaydı, bakmam gerekiyordu.

Sadece bunlar da değildi kendime koyduğum duvarlar.
Öylece bırakıp gitsem vicdansız damgası yiyebilirdim.
Çocuklarımı benden koparıp kaçırabilirdi.

Çünkü boşanırsam buna da eş dayanmıyor denebilir, toplum dışına itilebilirdim. 

 

Böylece yıllar akıp geçti. 

Düzeldi, sağlığına kavuştu yeniden, ama artık biliyordum ki sevdiği ben değildim. 
O sadece kendini seviyordu.
Çünkü lügatinde "biz" kelimesi yoktu, hiç olmamıştı.


Altı uzman doktorun birlikte imzaladıkları rapora göre kendisinde  ileri derecede narsist kişilik bozukluğu teşhiş ve tespit edilmiş idi.
Çünkü ben bunu da bilmiyordum, çok ama çok geç öğrenmiştim/ama öğrenmiştim artık/

Artık başa kakmalar dönemine girmiştik. 
Hemen hemen her akşam "al eline kağıdı kalemi bir hesapla bakalım hepiniz bir ayda bana kaça mâl oluyorsunuz"diyordu.Lokmalar boğazımıza diziliyordu. 
Ama her ne hikmetse, kendi giyiminden, kuşamından, markalarından, parfümünden asla taviz vermiyordu.


Hülya Avşar’ı öyle aman aman sevip izleyen biri değilimdir. 

Ama o gece için kendisine teşekkür etmek isterdim açıkçası.

Hülya ile Acun’u seyrediyordu /her akşam yaptığını yaparak/ 

Yarışmacılardan biri Adele’nin “Someone like you” şarkısını söyledi. 

İlk defa duymuştu bu şarkıyı, "ne güzel söyledi be" dedi.


Ben de Ona şarkının orijinalini dinletmek istedim o anda. 

Çünkü taklitti, vasatın altında bir söyleniş biçimiydi.

Notebook önümde açıktı, tıkladım şarkıya, "bak o şarkının orijinali bu" diyerek.

Çünkü reklam arasına geçmişti program.

Olan oldu, gözleri yuvalarından, takma dişleri ağzından fırladı. 

Bana, dinime, kitabıma, ölmüş yakınlarıma küfürler sıralandı, otobanda yığılı araç konvoyları gibi.

Onun lisanıyla konuşamazdım ki ben. 

Tek söyleyebildiğim, "ağzınızdan çıkanlar, koynunuza girsin" demek oldu, daha da köpürdü.

Notebooku kapattım, çantasına koydum sakince. 

Çünkü reklamlar bitmiş, Hülya ve Acun’un programı başlamıştı.

Öbür odaya gidip pardösümü giydim, çocuklarıma anneme gideceğimi fısıldadım. 

İçinde beş lira bile olmayan çantamı /çünkü maaş kartıma kadar her şeyime el koymuştu/ notebooku alıp usulca kapıdan çıktım.

Kapının kapandığını bile anlamadı, çünkü her gece yaptığını yapıyor televizyon karşısında çatır çutur ayçekirdeği çitliyordu.

 

Ciğdem Altınöz- 06/03/2015

Değerli yazar Jale Sancak hanımefendinin talebesi olduğum zaman diliminde bizlere vermiş olduğu "çünkü kelimesini kullanarak bir yazı yazın" ödevine istinaden yazılmıştır