Yazı

Bir deniz hikayesi…

Çocukluğumdan beri denize girmeye alışık olan ben, havalar ısınmaya başladı mı sabırsızlanmaya başlardım.

Eskiler "Karpuz kabuğu düşmeden denize girilmez" derlerdi ama karpuzun çıkmasını bekleyip, sonra onun kabuğunun denize düşeceğini düşünmek bile canımı sıkardı.

Hem niye denize karpuz kabuğu atılsın ki canım? Deniz kirlenirse yüzmenin tadı kalmaz, sadece ağızda tuzu kalır.

Eski zamanlarda her şeyin tadı mı farklıydı, yoksa çok gerilerde kaldığından bizde kalan tortular mı bize tatlı geliyor bilmem ama kesin olarak bildiğim eskiden denizlerin daha temiz olduğu.

Lafı dolandırmayalım anlatalım.

Bilenler bilir…bundan elli yıl öncesinde İstanbul'un elit ilçesi Kadıköy'de bir Moda plajı vardı. Bu plajın hanımlara ayrılan bir "Kadınlar kısmı"…

Şimdilerde tesettürlü hanımlar ayrı yerde denize giriyor, her yeri haremlik selamlık yaptılar diye çığırtanlara bakıp müstehzi bir ifade ile gülmem geliyor.

Kadıköy kendimi bildim bileli Üsküdar ilçesinden daha asri idi.

Üsküdar ilçesi sanki daha bir bizden, daha bir Anadolu kokarken, Kadıköy farklıydı o zamanlarda bile.

Bunu vapur yanaşırken de Altıyol'dan Bahariye'ye doğru yürürken de, Yel değirmeni yokuşunu tırmanırken de bir bakışta anlardınız. Bizim için en popüler yerlerden biri de Fenerbahçe ve Moda idi.

Fenerbahçe'ye Kurbağalı dere'den sandal tutup giderdik çokça. Kurbağalı dere biraz kötü kokardı ama denize açılıp da Fenerbahçe koyuna döndük mü kokuyu filan duymazdık. Yosun kokusu, deniz kokusu her şeyi bastırıverirdi.

Moda'nın çay bahçesinde Roma dondurması yiyip hem denizi, hem de denize girenleri yukarıdan seyretmek mümkündü. Kadınlar plajı ise denize uzanmış direklerin üzerine inşa edilmiş kapalı bir kutu gibiydi.

İstanbul'un göbeğinde erkekler tarafından görülme korkusu olmadan özgürce denize girmenin keyfi yaşanırdı bu plajda. Sadece denize girmek değil, üzerinize tek bir kum bulaşmadan tahtaların üzerinde örtünüzü serip güneşlenmek, hatta bronzlaşmak da mümkündü.

Denize gidilmeden bir gün önce evde hazırlıklar yapılırdı. Zeytinyağlı biber dolması, yaprak sarması, kuru köfte, olmazsa olmazlardandı. Sandviç ekmek arasına peynir ve domatesler de sabahtan koyulur meyve olarak üzüm tercih edilirdi. Her şeyi sepete koyar, sabah erkenden Moda'ya giderdik.

Babaannemi hiç mayolu görmedim. Serin tutan keten elbisesini giyer, en kuytu köşeyi seçerek örtüleri sererdi.Bizler girişte kiraladığımız tahtadan yapılmış odacıklardan birinde mayolarımızı giyer, özel eşyalarımızı oraya kilitler anahtarı babaanneme verip merdivenlere koşardık. Denize bu tahta merdivenlerden inip serin sulara kendimizi bırakmak için yarış ederdik.

Dalgaların çarptığı basamakların denize yakın olanları kaygan olurdu. Bazen ayağımız kayar hesaplamadığımız şekilde denize düşerdik, bazen birbirimizi iterdik.

Deniz ortadaki iple ikiye ayrılmıştı. Karaya yakın kısım biz çocukların, ipin öte tarafı ise büyüklerindi.

O basamakları kaç bin kez indik, çıktık bilmiyorum. Şen kahkahalarımız gök kubbede yankılanıp durdu yıllarca.

Çocukluktan çıktıktan sonraki dönemlerde, yine Kadıköy'de Caddebostan plajına, Maltepe'deki Süreyya plajına, Kartal'daki Nizam plajına da gittik yüzlerce kez ama en keyif aldığımız daha doğrusu heyecanın doruğa çıktığı yüzmelerimiz ya halamın Kanlıca'daki yalısından boyumuzu pek çok geçen denize çivileme yapmak ya da sandalla denize açılıp Fenerbahçe'de ya da Üsküdar Kız Kulesinde denize girmek olurdu.

Herkese açık olan sahilde ise kızgın kumlarda sıcaktan bunalınca bembeyaz önlüğü ile elindeki sandığına vurarak "Frigo, buz gibi frigo" diye bağıran satıcıdan frigo almak, ya da kovadaki buzların içine sokulmuş "Çamlıca gazozu" şişelerine şişe açacağını vurdurup ses çıkartarak gazoz almaya teşvik eden satıcıyı çağırmak gerekirdi.

Ara ara bizim o zaman "Çingene" dediğimiz şimdinin Roman adı verilen biraz Allah vergisi biraz da güneşin tesiri ile derileri kararmış , renkli giysili, tahta takunyalı kadınlar "Falına bakayım mı hanımmm" diye bağıra bağıra geçerler, çokça da bakla falı bakarlardı. Biletle girilen plajlarda bu tür satıcılar, falcılar gözükmezdi.

 

Bazen deniz dönüşü yolda bazen de deniz kenarında otururken mis gibi haşlanmış mısır kokusu duyar, ille de bolca tuzlatıp yerdik. Büyüklerimiz kebap mısırı daha çok tercih ederler ama mutlaka bize de bir ısırımlık tattırmayı ihmal etmezlerdi.

O zamanlar öyle markalı mayolar, bikiniler filan yoktu. Giydiğimiz mayolar evde mi yoksa terzide mi dikilmişti, ya da Salı pazarından satın mı alınmıştı bilmiyorum.

Bizler mayo ile girerdik denize. Büyük hanımlar elbiseleri ile girerdi. Hiç kimse onları ayıplamaz, kimse kimseye bu bizden değil ifadesi ile bakmazdı. Sözün özü o zamanlar şimdilerde farklı biçimde kullanılan "mahalle baskısı" yoktu..

Elbette o devirde baskı denen şeyin tümden olmadığını söylemek abesle iştigal olur. Ancak bu devirde sıkça yapılan toplumu kamplara ayırmak türünden baskıların olmadığını rahatça söyleyebilirim.

Elbette toplumlarda bazı baskılar her zaman olur. Bu bazen ayıplama, kınama, bazen anane, töre, adet, gelenek şeklinde ortaya çıkar.

Örneğin elli yıl önce sokaklarda elele tutuşan ya da sarmaş dolaş halde gezinen çiftlere rastlanılmazdı. Bu ayıptı.

Ancak hemen söylemeliyiz ki elbisesi ile denize giren birine aşağılayıcı gözle bakmak da ayıptı. Ya da sokakta sımsıkı örtünmüş bir hanıma sanki ucubeymiş gibi bakmak, sınıf ayrımcılığı yapmak da ayıptı. Hemen herkes davranışlarına dikkat etmeyi bilirdi.

Kim bilir belki de son yıllarda toplumda giderek zayıflayan ayıp ya da utanma duygusu, çökmeye başlayan ahlak sonucu bu günkü hallere geldik.

 

Çiğdem Altınöz- 01/08/2009