Yazı

BEN ASKERDE İKEN…

İki üç erkek bir araya geldiğinde, birkaç hoş beşten sonra mutlaka ya spor konuşmaları ya da askerlik hatıraları gündeme gelir.

Hele de bu arkadaşlar askerlik görevlerini aynı dönemde yapmışlarsa ortaya ne anılar dökülür, acı, tatlı ne hatıralar depreşir, say say bitmez.

"Ben askerdeyken" diye başlanır söze…

Yaşlar, dönemler farklıysa büyüklerin küçüklere anlattıkları daha da tatlılaşır, masalsı bir hale dönüşür…

Genellikle bu tür konuşmaları dinlemek hanımlara pek güzel gelmediğinden, onlar da kendi aralarında farklı sohbetlere dalarlar.

Ben o hanımlardan değilimdir. Dedemden, babama, kardeşimden, eşime, oğluma hatta konu komşuya kadar pek çok insanın askerlik hatıralarını dinlemişimdir. Severim ben o anıları…

Eğer dinlemeyi sevmesem; rahmetli dedeciğimin savaşla geçen uzun askerlik yıllarında, günlerce tayınsız, susuz kaldıklarında, düşmanla savaşabilmek uğruna atların nallarının açtığa çukura dolan suyu, çamurluymuş, pismiş ya da at sidiği imiş demeden içtiklerini, postallıktan çıkan delik, yırtık o pabuçların içinde ayaklarının cılk yaralar olduğunu ama tüm acılara ve yokluklara rağmen memleketi düşmandan kurtarmanın nasıl bir gurur kaynağı olup gözlerine, sözlerine yansıdığını nereden bilir ve o gurura nasıl ortak olabilirdim ki?

Ya da emrindeki erinin düşman kurşunu ile vurulduğunu gören komutanın, ateş altında olduğunu bir an bile düşünmeden koşup, askerini kucaklayarak sipere dönmeye çabaladığını ama sırtından vurulduğunu, siperde şahadet şerbetini içerken ağzından dökülen son sözlerin neler olduğunu nasıl öğrenebilirdim ki?

Konuyu niye açtığımı anladınız…

Gündemdeki adamdan elbette…

 

Hani şu kameraların karşısında kendini birden bire "Rambo" sanıp atan tutan, iki hanımın yanında aslan kesilip esir askeri "takkadanak vurdum" diye sallayan, gazetelere de "Densiz kurt" diye başlık atılan adam…

 

Hani şu askerliğinin çok az bir bölümünü Kıbrıs'ta geçiren ama korkudan eli ayağına dolanan, torpille geri hizmette tutulup mutfakta çalıştırılan ama psikolojisi bozuk olduğundan geriye gönderilen…

Hala tanımadınız mı canım…Şu bizim meşhur "sanatçı"…

Askerlik anıları arasında patates soymak olunca bunu anlatmaya utanmış olacak ki senaryosunu gerçek gibi sunuvermiş ortaya…

Eh ne de olsa "raiting, raitingdir" değil mi?

Hem yalandan kim ölmüş ?

O anda televizyona birisi bağlanıp da yalanını yüzüne vuracak değil ya?

Salla gitsin…

Nasılsa seni dinleyen birilerini bulmuşsun, nasılsa kamera karşısındasın…

(elbette ilgili şahsın bu davranışının ardında başka hesapların olabileceği düşüncemi saklı tutarak yazıyorum bunları)

Ama işler sandığı gibi gitmemiş…

Sonraki günlerde bakmış iş bir televizyon programında "atmasyon" yapmakla sınırlı kalmayıp boyunu aşarak "mahkemasyon" olmaya doğru gidiyor, telefonla bağlanmış bir yerlere ve "Ben aslında uzun zamandan beri üzerinde çalıştığım, yazmakta olduğum senaryomu anlattım, programın vakti uzun olsaydı bunun bir senaryo olduğunu da zaten ilan edecektim" demiş…

Demiş demesine de Rumlar zaten yalanı bile havada kapıp kendi kafalarındaki şablona gerçek diye uyarlamaya dünden hazır.

Be adam…

Neden yalan söylemek gereği duydun ki?

Askerde patates soymak ayıp mı?

Sen soymasan, öteki soymasa nasıl doyar askerin karnı?

Askerlikte yaptırılan hiçbir işin ayıbı olmaz…Asıl ayıp, olmayana oldu demek…

Şimdi değil patates soymak, daha zoru var önünde…

Ayıkla bakalım pirincin taşını…

***

Eski karısı (Nurhan Damcıoğlu) "Onunla on yıl yaşadım ama nasıl biri olduğunu anlayamadım " demiş.

Anlayamayacak ne var a canım?

Ruhi dengesi bozuktu biraz demeye utanmış olacak kadıncağız.

Adam bizim geleneğimizde esiri öldürmek denen bir ahlaksızlığın olmadığını bilemeyecek kapasitede biriyse, ya da gündemde kalabilmek adına her türlü atraksiyonu yapacak bir ruh halindeyse, insanların gözüne baka baka yalan söyleyen bir karaktere sahip ise o kişinin ruh sağlığının pek de yerinde olmadığını söylemek zor olmasa gerek…

Rumlar mahkemeye gideceklermiş…yolları açık olsun…

Kendi katliamlarını örtüp, mal bulmuş mağrip gibi sevinenlere diyecek sözüm yok.

Belki gittikleri mahkemede kendileri gibi düşünenlerle birlikte en büyük cezayı da verdirebilirler…Ya da bu davanın altından bir şey çıkmayıp takipsizlik kararı da alınabilir.

Ama o sanatçı denen adam var ya…

(gerçek sanatçılar da eminim utanıyorlardır bu adama sanatçı denmesinden) işte o adam Türk halkının vicdanında çoktan yargılanmış ve alabileceği en büyük cezayı almıştır.

 

Çiğdem Altınöz / 29.Ocak.2009