Yazı

BAKMAK VE GÖRMEK ÜZERİNE…

Çok değerli bir okurum olan Çetin Çatan beyden mektup aldım. Çetin bey basın şeref kartı sahibi Metin Çatan beyefendinin kardeşidir.

Sağ olsunlar lütfedip bazen yazılarıma, bazen de şiir denemelerime yorum ya da faydalı eleştiriler yaparlar.

Her yazdıklarında da muhakkak alınacak dersler vardır.

Mektubu bir hayat dersi niteliğinde…Beni düşündürüp bu yazıyı yazmama sebep teşkil edecek cümleler vardı

Diyordu ki Çetin bey;

Hamdım, piştim, yandım ve yanmaya devam ediyorum...! O yanıştan "ışık ve feyz" alanlar bence mutlu kişilerdir.

Rabbimin bana "lütfettiği zenginlikler" bana ait ve gereğinde (0) zenginlikleri "kimlerle manen ve yürekten" nasıl ne şekilde paylaşılması gerektiğini; bu satırların yazarı çok ama çok yakından biliyor ve uyguluyor…

 İşte bu satırlarda bize hatırlatılan önemli husus yaradılışımızdaki hikmet ve Rabbimizin bizlere lütfettiği zenginlikler…

Acaba bunların farkında mıyız?

Niye yaratıldığımızı, niçin dünyaya geldiğimizi bir an olsun düşünüyor muyuz? Kendimizdeki zenginlikleri keşfedebilmek için doğru bir çizgide yürüyebiliyor muyuz?

Doğuyor, ebeveynlerimizin katkısı ile büyüyor, eğitim, öğretimden geçip bir nevi yontuluyoruz.

Sonra iş hayatı, aşk- meşk hayatı , aile kurma telaşı derken yılları birbiri ardınca devirip gidiyoruz.

Günün hızına kapılıp gider, geceleriyse yorgun vücutlarımızla ezer ve takvim yaprakları misali yılları devirirken zamanın nasıl akıp geçtiğini anlayamayabiliyoruz.

O yılları ardımızda bıraktığımızı ara sıra anımsadığımızda “yahu daha dün gibiydi, ne çabuk geçiverdi” demeyi de ihmal etmiyoruz.

İş hayatımızda başarmak için belki egomuza yenilerek gönüller kırıyor, hırsımızla bendleri yıkıyoruz.

En iyi konuma erişmeye, en üst limitte maaş almaya, duygularımızı en zirveye çıkaranla evlenmeye, en iyi çocuklara sahip olmaya, en iyi evde oturmaya, en son model arabaya binmeye, en iyi tatili yapmaya, en iyi yemekleri yemeye hangimiz hayır diyoruz? Hepimizde bir “en” olma duygusu yok mu?

İşte o “en”leri kendimizde öylesine topluyor ya da toplamaya çabalıyoruz ki kendimizi incelemeye, irdelemeye fırsat yaratmıyoruz.

“En” bizi hep baş olmaya, başta olmaya doğru yürüten, kendimizi unutturuveren, dahası belki de farkında olmadan bizi şeytanlaştıran bir kibrin kısaltılmış kelimesi…

İşte bu noktada Çetin bey harikulade bir dörtlükle olayı çözümlüyor ve diyor ki:

Baş olanlar sevinmesin,

Ne gelirse başa gelir!

Diz toprağa değse bile

Baş düşerse taşa gelir…

Peki…bunu kaç kişi aklına getiriyor dersiniz?

Bir örnek vereceğim ama maksadım siyasete girmek değil…

Hasan Doğan’ın ölüm haberini aldığımda çok üzüldüm…Kendisi ile uzun yıllar öncesinde bir davette tanışmıştım. Daha genç, daha zayıf, saçları daha çokken…O günden anımsadığım tertemiz bakan gözleri ve elimi son derece saygı ile, hürmetle kardeşçesine sıkan yumuşak eli…Hepsi bu kadar…Ne sesini anımsıyordum, ne de o davette neler konuşulduğunu…

Ama çok üzülmüştüm öldüğüne…

 

Bu üzüntüm yıllar öncesi sadece bir kez görüp tanışmış olmamdan değildi. Yaşamında edindiği başarılar, 143 günlük başkanlık dönemindeki açtığı çığır da değildi.

Protokole aldırmayıp eşi ile gol sevincini paylaşması, sımsıcak samimiyeti,

maçtan sonra yapılan söyleşide futbolcularımızın yere düşüşünden duyduğu hüznün gözlerine yansıması, o üzgün hali gözlerimin önüne geliveriyordu…

İşte bu ani ölümde içimi çok acıtan, Hasan Doğan’ın “en”leri değildi…Sadece ve sadece “insan” yanıydı…

O cenaze töreninde Cumhurbaşkanımızın ve Başbakanımızın tabuta omuz vermesi de beni derinden etkiledi.Makam, mevki büyüklüğünün önemli bir şey olmadığını bir kez daha ispatlamıştı ölüm…

Mustafa Sarıgül ise cenazenin ardından şöyle diyordu:

Bu cenaze töreninden ders almamız ve ders çıkarmamız lazım. Yarın sabah kimin ne olacağı belli değil. Kalpleri kırmak değil, onarmak lazım. Ben bu cenazeden çok önemli ders aldım."

Keşke o cenazede Deniz Baykal da olsaydı, tabuta omuz verebilseydi…

Ve Mustafa Sarıgül gibi ders çıkarabilseydi…

Oysa öyle olmadı…CHP’nin sitesinden kuru bir taziye mesajı yayımlandı.

Niye? Neden? Niçin? Ne kaybederdi Baykal? Neye ve kime ters düşerdi? Altı okun ve laikliğin önemine gölge mi düşerdi bir tabuta omuz vermekle?

Bu soruları kendime sorarken aslında cevabı yine Çetin beyin yazdığı mektupta bulmak mümkündü…

Mektupta şöyle bir cümle vardı:

“İnanın bu "alabanda dünyada "en büyük şöhret, gerçekten temiz kalmayı başarabilen ve ŞÖHRET OLMAMAYI BAŞARABİLMİŞ KİŞİLER, bence en büyük şöhret sahibi kişilerdir..?”

İşte işin püf noktası buradaydı…

“En”lerden sıyrılabilmek, kendi yarattığı tabuları, putları yıkabilmek, kendi ruhundaki pasları görüp , işleyen demir ışıldar misali kalbi temizleyerek ruhu o paslardan, kirlerden temizleyebilmek gerekiyor.

Kendimize ayna tutmamız gerekiyor…o aynaya iyice bakmak ve görebilmek…

İşte belki o zaman Rabbimizin bize lütfettiği zenginliklerin farkına varabileceğiz…

 

Çiğdem ALtınöz- 09/07/2008

Afyon Kocatepe Haber köşe yazısı